HER GÜN MASKE TAK DİYEN BİLİM İNSANLARINDAN, DNA’LAR İLE OYNAMANIN TEHLİKELİ OLABİLECEĞİNİ DUYDUNUZ MU?
2020’ye ismini, izini bırakan pandeminin uzayıp uzayıp koptuğu haberleri ile boğulduğumuz son günlerdeyiz artık. Hepimiz artık birer sağlık uzmanı, fitoterapist, evindeki lokman hekim hatta mRNA incelemelerini dahi araştırmaya başladık. Havada uçuşan tüm bilgilerin doğru ya da yanlışlığına bakmadan her bilgiyi yakalamaya çalışıyoruz.
“Anlamak için mi ya da haber olsun da ne olursa olsun demek için mi?” Amacımızın ne olduğunu bilemediğimiz, bilgi avcılığının ağı içerisindeyiz. Büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız, bilgi kirliliği… Her uçuşan bilginin ağı içerisinde kaybolup gitmek de var! Bu bilgi zehirlenmesi, virüs ve aşı konusundan çok daha vahim… Bu durumun olumlu yanı da var elbette, herkesin içindeki bilgelik sevgisini tetiklemiş oluyor.
6 Ekim 2020’nin sabahına 120’nci yılını dolduran Nobel Ödülleri’ne bilimsel kategorilerde kadınlar damgasını vurdu, haberleri ile uyandık. Emmanuelle Charpentier ve Jennifer A. Doudna, Crispr-Cas9 genom düzenleme tekniğinin geliştirilmesindeki emekleri için Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldüler.
DNA’nın kimyasal yapısı Rosalind Franklin, Francis Crick ve James Watson tarafından 1950’lerin başında keşfedildi. Bu büyük adım, insan genlerinin kimyasal modifikasyonu yoluyla iyileştirilebilmesinin bir başlangıcıydı. Genetik biliminin en büyük aslında ani yükselişi izleniyordu. Franklin, Watson ve Crick genetik kökenli hastalıkların tedavisi için bilim insanlarının ufkunu açan, tıp dünyasında başka keşiflere hızla yönelinebilecek kapılarını da hazırlamış oldu. Dünyadaki kalıtsal hastalıkların tedavisinin bulunmasının en mucizevi yöntemi de denilebilir.
Bilim insanlarının teknolojinin desteği ile birlikte hergün yeni bilgiler üzerinde çalışmaları daha fazla nedensellik, merak ve araştırmaya yol açıyor. İnsanın düşünme özelliği açığa çıkarabilmek için pek çok neden var bu yeryüzünde. Bilim insanları araştırmalarına hız kazandırdıkça, bilim bazı durumlarda tartışılır hale geldi. Sonuç olarak bilime sadece insanlığın umudu olduğuna inanıyoruz hayat kurtaran, yaşamı kolaylaştıran, erdemli yönü ile…Diğer taraftan silah, savaş ve insanlığı yok eden, dünyanın daha erken sonunu nasıl getiririz de Mars’a kaçarız diyen bambaşka karanlık bir bilim dünyası ile karşı karşıyayız. Bilim kaos mu düzen mi? Bazen belirsiz olana erdem ile ulaşmaya çalışmak mı, ya da sadece keşfedileni etik ve ahlaki değerlerden yoksun bir şekilde uygulamaya almak mı? Gecenin bittiği sabahın başladığı çizgiyi görebilmek gibi ayırt edilmesi hem zor hem açık. Giderek karmaşık bir durum haline geldi bilimin üzerinde inanarak ilerlemek.
Fransız mikrobiyoloji uzmanı Emmanuelle Charpentier ve Amerikalı biyokimya uzmanı Jennifer Doudna, CRISPR(*) üzerine çalışan ve bilime önemli katkılar sağlayan bu bilim insanları için; “Artık Hiç Birşey Eskisi Gibi Olmayacak” ödülüne layık oldular diyebilir miyiz? Madalyonun umut tarafından mı, yoksa hiç göremediğimiz karanlık tarafından mı, ya da belirsiz olan iç yüzeyinden mi, düşünmeye nereden başlamak gerekiyor?
Nobel Kimya Komitesi Başkanı Claes Gustafsson, yaptığı açıklamada, “Hepimizi etkileyen bu genetik aygıtın olağanüstü gücü var. Bu teknoloji temel bilimde devrim yapmakla kalmadı, aynı zamanda yeni ürünler geliştirilmesine katkıda bulundu, çığır açacak yeni tıbbi tedavi yöntemlerin geliştirilmesine de ön ayak olacak” dedi.
Bu mucizevi habere elbette çok sevindik. İnsanlık adına! Artık Kanser, Kan Hastalıklarının Tedavisi, HIV Tedavisi, Körlük, Kistik Fibroz Tedavisi, Huntington Hastalığı gibi çözümsüzlüklere son demek idi bu!
CRISPR kümelerinin varlığı 1980’lerden beri bilinse de canlının savunma mekanizmasındaki rolü görece yeni kanıtlanmış durumda. Bu çıkarıma giden araştırmalar ise 2005 yılında CRISPR genleri üzerine çalışan 3 farklı grubun keşfi ile başladı. Bu grupların keşfettiği şey, CRISPR kümelerinde bulunan aralık genlerinin, o canlıyı enfekte eden bazı virüsler ile aynı diziye sahip olmasıydı. Ayrıca bir virüs DNA’sı ile aynı diziye sahip aralık genine sahip olmak o virüse karşı bir direnç veriyordu. Elbette buradan CRISPR sisteminin nükleik asit temelli bir bağışıklık mekanizması olabileceği hipotezi ortaya çıktı ve yapılan araştırmalar sonucunda bugün bu hipotezin büyük oranda doğrulanmış olduğunu söyleyebiliriz.
- tarihçesi günümüzden yaklaşık otuz yıl kadar önce başlıyor. CRISPR adı verilen gen bölgesi ilk defa 1993 yılında İspanya’da Alicante Üniversitesinde çalışan Francisco Mojica tarafından bulunarak yayımlanıyor. Mojica, 2000’li yılların ortalarına kadar bu kendini tekrarlayan dizilerin bakteriyofajlarını genomlarındaki dizilerle eşleştiğini ve Streptococcus pyogenes bakterisinin adaptif bağışıklık sisteminin bir parçası olduğu hipotezini 2005 yılında ortaya çıkarıyor. Bu süreçte Mojica’nın paralelinde, bağımsız başka gruplar da aynı sonuca ulaşıyor (Pourcel vd. 2005). 2005 yılında Fransa Ulusal Tarım Enstitüsünden (INRA) Alexander Bolotin Streptococcus thermophilus genomu üzerinde çalışırken nükleaz aktivitesi gösteren ve bugün Cas9 enzimi olarak adlandırdığımız enzimi keşfetti. Boşlukçu adı verilen ve viral genlere yüksek benzerlik taşıyan dizilerin uçlarında kendisini tekrar eden bir motif olduğunu ortaya koydu. 2013 yılında ise MIT’den Feng Zhang bu sistemin ökaryotlarda genom düzenlemesi için kullanılabileceğini gösterdi.
Peki dünya ilk defa Nobel ödülü ile mi duymuş idik bu inanılmaz keşfi? 28 Kasım 2018’in en şaşırtıcı bir haberini okuyup geçtiğimizi burada hatırlayalım. “CRISPR Bebeklerin Haberi, Sandığınızdan Daha Korkunç Olabilir.” başlığı altında bilim dünyasından gelen bu bilgi ile şoka girenler olmuştur. Çin’de Jiankui He isimli bir araştırmacı, genleri değiştirilmiş bebekler doğurduklarını ilan ettiğini söylüyordu. He Jiankui, Hong Kong’daki İkinci Uluslararası İnsan Genomu Düzenleme Zirvesi’nde, Çin’de doğmuş olan Lulu ve Nana’nın (ikiz kızlar) genomunu düzenlediğini açıkladı. Bu, CRISPR-Cas9 tekniği kullanarak modifiye edilmiş DNA ile dünyaya gelen bildirilen ilk insan olarak adını tarihe yazdırmayı başardı.
Bu bilgiyi okuduğumuzda ilk akla gelen ve aslında son bir yıl öncesine kadar varlığı ile ilgili hiç bir fikrimiz olmadığı, ülkesinin de önüne geçen Wuhan Ulusal Biyogüvenlik Laboratuvarı oluyor. İster istemez Wuhan Ulusal Biyogüvenlik Laboratuvarı, Çin ve Fransa arasında Ortaya Çıkan Bulaşıcı Hastalıkların Önlenmesi ve Kontrolü için İşbirliği Anlaşması çerçevesinde önemli uluslararası bilim ve teknoloji işbirliği ile, 2004 yılında her iki ülke başkanları tarafından doğrudan tanık olunan ve teşvik edilen projedir. Çin’in biyogüvenlik sisteminin boşluğunu dolduran ve büyük biyogüvenlik tehditlerine yanıt veren büyük bilim tesisi. Resmi olarak faaliyete geçtikten sonra, hızlı tespit sistemi, moleküler epidemiyoloji, bulaşıcı hastalık etiyolojisi, terapötik antikor, aşı ve ilaç değerlendirmesi gibi yeni ortaya çıkan virüsler ve Ebola virüs dahil olmak üzere doğal fokal virüsler için araştırmalar ve biyolojik risk faktörleri üzerine değerlendirme yapacak. Böylece patojenin izolasyonu ve tanımlanması, enfeksiyon modellerinin oluşturulması, aşı geliştirme, biyolojik sınırlama ve patojen ile patojen arasındaki etkileşim mekanizması üzerine araştırma açısından ortaya çıkan ve çoğalan bulaşıcı hastalıklar için, Çin’de bir biyogüvenlik platformu oluşturuyor.
“Projenin genel amacı, Wuhan’da sıkıyönetim sistemine dayanan ve sınırlı ölçüde yerli bilim insanlarına açık olan, iki veya üç tür fulminant bulaşıcıyı araştırabilen nispeten bağımsız bir araştırma platformu oluşturan yüksek düzeyde bir biyogüvenlik laboratuvarı olarak çalışmalar yapmaktır. Hastalık patojenleri ve ilgili aşıları geliştirir. Bu aynı zamanda, Çin’in halk sağlığı acil durum müdahale sisteminin kusurlu olduğu yerlerde, yeterli, etkili, teknik destek ve ilaç rezervinin bulunmadığı yönündeki zayıflığa karşı zamanında önlem alınması için. Çin’deki başlıca yeni bulaşıcı hastalıkların önlenmesi ve kontrolünde temel ve teknik bir destekleyici rol oynayacak, böylece ulusun büyük stratejik talebini karşılayacak ve önemli bilimsel konuları ortaya çıkaracaktır. Laboratuvar, Çin’de ortaya çıkan hastalıkların önlenmesi ve kontrolü için alınacak önlemlerin araştırılması için bir üs olacak, virüs tohumları için bir koruma merkezi, DSÖ’nün bir referans laboratuvarı ve hastalık ağı için bir merkezi bir nokta olacak ve sonunda bir çekirdek haline gelecektir. Aynı zamanda Çin’in gelişmekte olan hastalık araştırma ağında, Çin’in biyolojik savaşları ve terörist saldırıları önleme ve bunlara müdahale etme kabiliyetini etkili bir şekilde artırabilir ve Çin’in biyogüvenliğini sağlayabilir.”
Tüm bu bilgileri şu kısa hatırlatma ile toparlayalım. “Covid 19 vakası ilk Avrupa’da Fransa’da 25 Ocak 2020 tarihinde görüldü. 26 Ocak’ta Çin’deki vaka sayısının 769 olduğunun haberini alan DSÖ Başkanı Tedros Çin’li yetkililer ile görüşmek üzere 27 Ocak 2020’de Çin’e gitti.
(*) CRISPR, DNA dizilimler kümesidir. Düzenli aralıklarla bölünmüş palindromik tekrar kümeleri, kısa tekrarı baz dizileri içeren prokaryot DNA segmentleridir. Her tekrarı daha önce maruz kalınan bakteriyofaj veya plazmid kaynaklı kısa “aralayıcı DNA” segmentleri takip etmektedir.