Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem de insanı insan yapanın sahip olduğu değerlerin unutulduğu, gözlere maskelerin sıkı sıkı çekildiği, düşünemez olduğumuz, inançlarımızı korkuya teslim ettiğimiz bir çağdı. Yirmi Yirmi Bir’in Yirmi Yirmi’nin kuşkuları ile devralacağı günlere çok az kaldı.
İyi ve kötüye dair bütün zıtlıkların bir arada artık tutunamadığı bir yıl 2020. Adalet, dürüstlük, sorumluluk, fedakarlık, başkası için mücadele etme, doğru tarafta durabilme cesaretini kaybetmeye başladığımız yeni bir çağ.
İnsanlar endişeyi, korkuyu geçti, cinnet safhasında sokaklarda… Sokaklar ise cehennemin ateşi ile yanmakta. Yeleğinin sarısı, kırmızısı, siyahı birbirine karışan çığlıklar, çılgınca. Aklın, sağ duyunun maskelendiği, anlayamadığımız, düşünmeyi düşüpte katılıp kaldığımız yerde unuttuğumuz, tarihin yıpranmış sayfalarındaki utanç çağlarının arasına yazılabilecek bir yüzyıl daha…
Ah! Şu anlamadan, dinlemeden elimizdeki yapış yapış sosyal medyanın kirli dünyasını bir yorum ile güçlendirme çabası… Mağaramızın duvarında asılı TV’nin gölge oyunları ile yok olmaya mahkum, korku çağında sıkışmış kalmışlık… İnsan yaşamının değersizleşmesi, doğrudan diğer insanların zihnine yapılan saldırılar, artık düşüncenin tükenmiş oluğunun apaçık göstergesidir.
Anlama ansallaştırma olarak kavramın işlevidir ve kavram düşünme yetisinin saltık olarak özsel birimi, en son temelidir, çünkü tanımı için başka birşeye dayanmaz ve yalnızca kendisine gereksinir. Kavram anlamın ve anlamanın gerçek olanağıdır. Anlam yitimi ise yabancılaşmanın ta kendisidir. Yabancılaşma kavramsal bir bozulmadır, belli kavramların yalnızca henüz kazanılmamış olmasını değil ama kazanılmış olanın yitirilmesini anlatır. Anlamak için veya hesap etmek için durup düşünmek gerekir. İnsan düşünen bir canlı mıdır? yoksa düşünme özelliğini açığa çıkarabilmek üzere olan mıdır?
Dilinde kemiği olmayan batının dilinden en olumsuz olanları seçip seçip yapıştırdık yaşamlarımıza… Keşke bize İNSAN olduğumuzu hatırlatan yönlerini de öğrenebilse idik. Batı dillerinde anlamak filli durmak fiili ile köklenir. Almanca’da stehen durmak, verstehen anlamak demektir. İngilizce’de standing durmak, understanding anlamak demektir…
Peki Türkçe’mizde? Yitirdiğimiz, bir daha tekrar toparlamanın mümkün olmayacağının ümitsizliğine inandırılmış kendi ana dilimizdeki anlamanın anlamı nedir, biliyormuyuz ya da hatırlıyormuyuz? Unutmamış olsa idik, hiç nefretçe, şiddetçe konuşup yazabilir mi idik?
Eski Uygurcada “bilip katıp” demişler. Tarihî metinlerden Andelip destanlarından olan Zeynelarap destanında kat- fiili ‘anlamak’ olarak tespit edilmiş. Yine Kıpçak Türkçesi sözlüklerinden önemli bir yere sahip olan Kitabü’l İdrâk’ta Türkmence kaydı ile kaygur- “anlatmak” fiili de sanırım günümüze “haydi, biraz kaygılanın, üzerinde düşünün ve anlayın” olarak açılmış. Bunlardan ilki Kö/ül Tėgin yazıtında yer alan “tokuz oguz begleri bodunı bu sabımın edgüti eşid katıgtı tıŋla” yani “Dokuz Oğuz beyleri, milleti bu sözümü iyice işitin, anlayarak, kendinizi vererek dinleyin” olarak çevrilmiştir. İkincisi ise Altun Yaruk Sudur’da yer alan “ürüg amıl tikisiz katıgtı sözlesün bo daranıg “sakin/dingin ve sessiz (bir şekilde), iyi anlayarak söylesin” şeklinde anlamlandırılmıştır. Kısaca konuştuğumuzu varsaydığımız Türkçe’mizde “bir duralım da düşünelim”in anlamının geldiği en eski kökleri burada görebiliriz belki. Ve ek olarak, durup düşünmeye, kendimize bakmaya yardımcı olabilecek diğer dillerdeki anlamlar; Yunanca’da “sta/ste” “durmak”, “episteme” “bilmek, anlamak” Arapça’da ise “vakafa” “durmak”, “vakıf”, “vukuf” “anlamak”…
Anlamalının tam zamanı artık! Anlamaktan başka şansımızın olmadığını ANLAMALIYIZ. Az da olsa bir zamanımız var, hiç değilse halen daha uyanacak bir geceye, uyanışa geçebilecek bir sabah kadar! Sosyal medyada, dizilerde oyalanacak kadar saatlerimizin olmadığını, alev alev yanan sokakların yangını, kaldığımız evlerimize sıçramadan, uyanmalıyız. Anlamalıyız, düşünmeden konuştuğumuzu, yazdığımızı… Mağarımızın duvarındaki sahte gölgelerin yansımasını bize ait olmayan düşüncelerimiz olduğunu bilmeliyiz. Duyguların, hislerin ve kavramların hiçbirinin bize ait olmadığının artık farkına varmalıyız. Koplaya kopyala bitmeyen sahteliklerin yapıştırıldığını, çözmeliyiz artık.
Eleştirel bakış açısının ve tahammül gücünün zihin dünyalarındaki bu ezici tutuma dayanamayıp kaçıp gitmesi… Yerini şiddet ile kendisini ancak dışsal öznelerin karşısında konumlandırmak suretiyle anlam kazandırabilen gölgelere bıraktığı bu dünyada nereye kadar dayanabiliriz?
Kin, nefret, intikam, hınç, öfkelere doyamayan, kendi varoluşundan ötürü aşağılık kompleksi gibi İnsan’ın yaradılış özelliğinde bulunmadığı halde, kişide açığa çıkan bu hale pek tabiki düşünen beyinler bir tanım getirmişler. Bu psikolojik hal (Ressentiment) İnsan tipi “philistine” tespitini Schopenhauer şöyle betimlemektedir:
“Hiçbir zihinsel gereksinime sahip olmayan bir insan (philistine), aslında gerçek olmayan bir gerçeklikle daima ve hayli büyük bir ciddiyetle meşgul olur. Gerçek gereksinimler olmadan gerçek hazların tadılabilmesi mümkün olmadığından; zihinsel gereksinimleri olmayan philistine’nin herhangi bir zihinsel haz alabilmesi mümkün değildir. Bu hazlar, kendisinin yönelmesi için zorlanması durumunda, ona angarya görünecektir. Onun için gerçek hazlar duyusal olanlardır. Bu kişilerin ikinci özelliği, diğer insanlar söz konusu olduğunda, zihinsel değil sadece fiziksel gereksinimlere sahip olduğu için, sadece kendisinin bu yönünü tatmin edecek insanların arkadaşlığını aramasıdır. Onun, dostlarından bekleyeceği en son şey, onların herhangi bir zihinsel kapasiteye sahip olmalarıdır, dahası şayet böyle kişiler karşısına çıkacak olursa, onda derhal antipati hatta nefret uyandırırlar. Bunun nedeni ise, sadece bu insanlar karşısında içten içe o sevimsiz aşağılık duygusuna kapılması, kalbinde, onlara karşı, kendi kendisinden bile özenle saklaması gereken bir tür kıskançlık duymasıdır yine de bu kıskançlık, işte tam da bu sebepten dolayı, kimi zaman için için kaynayarak artacaktır. Fakat bütün bunlara rağmen, kendine has yargılarının ölçütlerine göre kendi kendini değerli ya da üstün görmekten vazgeçmek hiçbir zaman aklının ucundan bile geçmeyecektir.”
Yine Schopenhauer “bilme”yi işaret ederek üç insan tipini ise şu şekilde açıklama gereği duymuş, bizler üzerinde durup bir düşünelim diye
- Nedensel bağları gören, kendisi de bunun içinde olan ve yapacağı en fazla şey bilim yapmak olan, “akıllı insan”.
- Dünyayla, nedenselliğin dışında bir bağ kurabilen, nedenselliğin ötesine gidebilen “bağımsız bilen insan”, “yaratıcı insan” (sanatçı).
- Nedensel bağların ötesine geçmek ve bunu görmekle kalmayıp, nedenselliğin dışında bağımsız yaşamayı başaran, dünyanın özü, temeli bakımından isteme olduğunu gören ve istemesini tüm yaşamı boyunca susturan insan.
Sonuç olarak; her durumda, koşullar ne olursa olsun, düşünmek, araştırmak, bilmek isteyen İNSAN, elbette Mars’taki enerji kaynaklarını da öğrenmek isteyebilir. Mars’taki yaşamı hayal ederek araştıran, düşünen, çözümleme üzerinde çalışan bilim insanları, belki inanılmaz bir tespit ile dünyayı yeniden yaşanılır hale getirebilir. Neden olmasın? Anahtar kelimeler: Bilgi, Akıl yürütmek, Durmak Düşünmek, Hayal Hayret etmek, Şaşıp kalmak
Hepimiz için, durup da düşünebileceğimiz Sağlıklı Günler olması dileği ile…